Yazaane

Yazaane

Annem Cemile Yarman Babam Vecdi Yarman

Çocukluğumun anıları içinde Annemle Babamın Anadolu Handaki avukatlık bürosu önemli bir yer alır. Biz oraya `Yazaane` derdik… İşte bu resimler yıllarca “Yazaane”nin duvarlarını süsledi…Yazaane Eminönü’ndeydi. Telefon numarasını okula gitmeden çok önce öğrenmiştim. Hala unutamadığım ve ezberlediğim ilk büyük sayıydı bu: 220 686.

Yazaaneye gitmek için, 90 numaralı otobüse biner, tıngır mıngır İstanbul’un Draman yokuşunu tırmanır, Adnan Menderes zamanında kesilen büyük çınar ağaçlarının uzandığı Fatih caddesini kat eder, Malta ve Aksaray tariki ile Çemberlitaş`ın önünden geçerdik. Sultanahmet’ten aşağıya doğru Gülhane Parkının kemerli girişi görünür görünmez bakışlarımızı o tarafa kitler, otobüsün içindeki kalabalığın arasından eğile büküle, gözden kayboluncaya kadar içeri bakardık. Çünkü asırlık ağaçların yer aldığı bu muhteşem parkta tavusların, sülünlerin, tavşanların serbestçe dolaştığı bir hayvanat bahçesi, kayık salıncaklar, elma şekeri satan işportacılar ve baloncular vardı. Sirkeci’ye varınca deniz kokusu ciğerlerimizi doldurur, vapur düdüklerine karışan martı sesleri sevince boğardı yüreğimizi… Otobüsten inip, Sabuncakis`in konfeksiyon dükkanının önünden geçer, Anadolu Hana girerdik.

Çoğunlukla doktor ve avukat bürolarının bulunduğu tarihi beş katlı bir handı burası… Babam, beşinci katta, tuvaletlerin yanındaki erkek terzisi arkadaşına, benim için harika bir pembe palto diktirmişti. Provalar sırasında aynada kendimi çaktırmadan izlerken pamuk prenses gibi görür, 12 den sonra eski paltoma dönmesin diye dua ederdim. O zamana kadar hep ablam Ayşe’den küçülen paltoları giymiştim. İlk defa önce benim olan bir palto giyiyordum. Bütün düğmeleri tamdı. Kolumu giyerken sökük astarın içinde elimin kalmaması için ayarlama yapmak zorunda kalmıyordum. Bizi yetiştiren sevgili teyzemiz “Zeruş”, benim gibi bir şopara bu kadar açık renkli bir palto yaptırdığı için babama çok kızmıştı. Ama, bedenime en az üç numara büyük diktirilen o pembe paltoyu, kısa kollu, gri renkli bir monta dönünceye kadar giydim.

Hanın basıla basıla çukurlaşmış birkaç basamaklı mermer merdivenlerini çıkıp içeriye girince, tam karşıda her tarafı tel kafeslerle çevrili bir asansör dururdu.

Asansörü beklerken, arka tarafa gizlenmiş çay ocağındaki çırakların küfür ve el şakalarını tel kafesin ardından izler, kulaklarıma kadar kızarırdım.

Asansörün demir kapısını usulacık açıp kapamaya çalışırken yankılanan bir gürültü yayılırdı hana. Düğmeye basıp dördüncü kata çıkardık. Bir de orada açılılır ve kapanırdı o demir kapı. Bu handa demir kapının gürültüsü hiç eksik olmazdı.

Yazaane iç içe iki ofisten oluşurdu. Biri annemin, digeri de babamın ofisiydi bunlar. Her odada heybetli birer ceviz yazı masası ve iri maruken koltuklar vardı. İç odada duran kütüphanenin camekanının arkasında, tavana kadar yükselen kalın düsturları ve kitapları hayranlıkla seyrederdim.

Kapıdan içeri girer girmez, bazan, taka-tuka daktilo seslerini, bazan da babamın annemi ya da katip Selahattin`i azarlamarını duyardık. Dış odanın bir köşesi portatif bir paravanla kaplanarak katip bölmesi yapılmıştı.Selahattin Abi sarışın, kabak kafalı bir gençti. İki baş parmağı ile daktilo yazarken kafasını iyice öne eğmesinden önemli bir iş yaptığını anlardık. Selahattin Abi, nedendir bilmem, aniden işten ayrılınca, annem çaresiz kalmış, yaz tatiline denk düştüğü için en küçük kardeşim Faruğu katip ilan etmişti. Faruk, her sabah işe giderken, canı sıkılmasın diye beni de göreve çağırırdı. Bu zor görev için ücret olarak birkaç yüz öpücük ya da makas isterdim ondan. Bazan pazarlıkta anlaşır onunla gider, bazan da yan çizerdim. Faruğun çok tombul ve yumuşak harika bir çift yanağı vardı. Bu yanakları önemli bir değer olarak sık sık kullanır, bana duruma göre öpücük karşılığı ödevlerini ve resimlerini yaptırırdı. Bu alışverişten ikimiz de memnunduk.

Yazaanenin müdavimleri arasında hırsızlar, birbirine kazık atan tüccarlar, kocası tarafından aldatılan kadınlar ve mirasyediler türlü çeşit kavgalar ederlerdi. Annemin ve babamın ben doğduğum zamandan evlenene kadar süren mahkemeleri sebebiyle müvekkillerden bazıları ailenin birer ferdi haline gelmişlerdi. Tencereci Faik İncirkuşu’nun eski model Citroen arabası ile bizi gezmeye götürmesi, trikotajcı Melahat Teyzenin hediye ettiği lasteks mayolar, Arnavut Haydar Amcanın getirdiği çuval çuval papates ve soğanlar, damadını kırk iki yerinden bıçaklayarak öldüren tramvay vatmanı hala rüyalarıma girer.

Diğer grup müdavimler ise Ruhi Su, Yıldırım Gürses ve Ahmet Çıtak gibi o zamanın önemli sanatçıları; Kemal Satır, Sadi Irmak, Ali İhsan Göğüş, Lütfü Ömerbaş, gibi politik şahsiyetler, Selahattin İnal, Mustafa İnan gibi büyük bilim adamları, Cahit Dayı, Kemal Dayı,Oğuz Amca gibi akrabalardı.. Bu müdavimler memleketi kurtaran hararetli tartışmalar yaparlar, din ve ahlak üzerine derin felsefelere dalarlar, bağırtı-çığırtıları kahkahalara karışırdı.Kapılar açılıp kapandıkça küfürbaz çıraklar, saygıyla eğilerek yazaneden içeri girerler, ellerinde döndüre döndüre taşıdıkları tepsilerde mis gibi kokan taze çaylar ve simitler taşırlardı. Sonu gelmeyen bu sohbetlerin, tartışmaların içinde vakit geçirmek için kendi aramızda kutu-kutu, amiral-battı, sayı bulmaca gibi oyunlar oynar, kağıttan kayıklar uçaklar yapar, kendi evrenimizde oyalanırdık.

Hafta sonları sinemaya tiyatroya gitmek için de yazanede buluşurduk. Abim Tolga kasketi ve büyük deri çantası ile Galatasaray’dan; Ablam Ayşe, lacivert jilesinin içine giydiği beyaz gömlekli üniforması ile İstanbul Kız Lisesinden gelirdi. Abimin sarı yaldızlarla süslü GS arması olan çok güzel bir kasketi vardı. Zeruşumuz, kardeşim Sıddıkla beni Draman Plantonunda şöföre teslim eder,  eve dönerdi. Planton “fıııır” diye düdüğünü öttürünce otobüs hareket ederdi. Bu düdük sesi taa bizim evden bile duyulurdu da biz, otobüsü eyvaaahlar içinde kaçırdığımızı anlardık. Şöför bizi en öndeki iki kişilik koltuğa oturturdu, ama, çok kalabalık olduğu için yanımıza hep birileri daha sıkışır, bazan da bizi kucaklarına alırlardı. Bu hiç tanımadığımız insanların buram buram ter kokuları içinde Eminönüne vasıl olurduk. Bizi otobüsten katip Selahattin Abi alırdı. Bazen da annem bizi yazaane çıkışında dişçi Ahmet Kocabaş’a götürürdü. Ahmet Amca, masraflı olmasın diye morfinden tasarruf etiği için dolgu yaparken canımı çok yakardı.

Yazaaneye, Ayşe’ye entarilik kumaş ya da ayakkabı almak için Zeruşla Eminönüne gittiğimizde de uğrardık. Sümerbanktan alınan divitin ve pazenler tahta metrelerle bir elbiselikten az fazla ölçtürülür, uzun pazarlıklar edilir, artan kumaştan da bana etek ya da entari diktirilirdi. Mahmutpaşa yokuşundaki tuhafiyecilerde saatlerce kumaşımıza uygun iplik, düğme ve fistolar arardık. Ayşe’nin 90-60-90lık mükemmel vücüdunu saran o pazen entarileri hiç unutamam. Ayşe’den artan kumaş çıkışmazsa, elbiselerimizi diken Leyla Abla, diğer müşterilerden artan kumaşlarla Ayşe’ninkileri birleştirir benim için muhteşem sanat harikaları yaratırdı. Modada asla yer almayan bu kreasyonlar Ayşe’nin elbiselerinden bile daha güzel olurdu.

Her sene okul açılmadan Abimin yönetiminde ve Zeruşun refakatinde önce yazaaneye uğrar, annemden para alır, sonra da Sirkecideki kırtasiyecimize gider yıllık alışveriş yapardık. Civciv sürüsü gibi beş çocuğu ile içeri giren Zeruşu kırtasiyeci kapılardan ellerini oğuşturarak karşılar, biz girince başka müşteri ile vakit kaybetmesin diye kepenkleri indirirdi. Oradan aldığımız silgilerin gülyağı kokusu hala burnumda tüter.

Alışverişin sonunda Urfa Kebapçısına gitmek icin Zeruşa baskı yapardık. Zeruşum önce bir iki mızlanır, sonra da ısrarlarımız karşısında çözülür ve bizi, mis gibi soğan ve kebap kokan o çıkmaz sokaktaki muhteşem lokantaya götürürdü. O acılı adananın ve tel kadayıfın lezzetini hiçbir yerde bulamadım.

İşte yazaane böyle bir yerdi… O maruken koltuklarda yapılan sonsuz sohbetlerden ve kavgalardan , büyük ceviz masalardan ve kütüphaneden martı seslerinden ve vapur düdüklerinden geriye sadece, kırık dökük birkaç hatıra ve bu iki resim kaldı… Bu pırıl pırıl bakışlar soldu, ama yerine en az bunlar kadar canlı bakan çok daha fazla bakış geldi… Yaşasın yeni bakışlar… Eskiler de nurlarda yatsınlar…