Bitlis

Bitlis

Birkaç gün önce Bitlis’ten geldim. ÖSYM sınavı ertelenince bir ay ara ile ikinci kez gitmiştik oraya. Ikisinde de yöreyi gezmiş, köylere birkaç koli kitap, oyuncak, giyim eşyası ve birer de bilgisayar götürmüştük. Yorulmuştuk ama değmişti…Sonunda evimize dönmüştük… Ohhh…

Daha arabanın kapısını kilitlerken yaseminlerin güllere karışan kokusu doldurdu ciğerlerimi. Az ötede 13-14 yaşlarında birkaç kız, bir yandan paten kayarken bir yandan bağırışıyor, kahkahalar atıyorlardı. Ağaçların dibine oturmuş birkaç çocuk iskambil oynuyordu. Hararetli tartışmalarından, birisinin hile yapmış olduğu anlaşılıyordu. Yanlarında oturan sessiz çocuk hafifçe sol omuzunu oynatıyordu. Walkman’inden gelen müziğin ritmini görebiliyordum…Yan komşumuz her zamanki gibi köpeğinin ardından tuttuğu parlak ipin ucundan sürükleniyordu. Bu hayvan da ne hırçın davranıyordu şu kadıncağıza… Kahvaltımı ederken beni bekleyen yığınla işi düşünüyordum. Bitlis’ten getirdiğimiz Karakovan balı ile Çiftlik tereyağı da pek güzel gidiyordu… “Kamer makaleleri postaya verdi mi acaba? Faruk Ar.Gör sınavının sıralamasını yaptı mı? Aziz’le Göktürk kantin işini hallettiler mi? Ferda’dan Las Vegas seyahatim için ucuz otel öğrenmeliyim…”

Yüz, belki de bin sene geriye gitti aklım… İlk gidişimizde  Kaymakam “Hocam, ne olur ne olmaz size koruma verelim” demişti de minibüsümüzün önüne ardına iki araç dolusu asker takılmıştı. Dört saat gecikmiştik. Bizi köye götürecek araba bir türlü gelememişti. Ne oldu diye anlamaya çalışırken, kaldığımız misafirhanenin bekçisi yarım yamalak Türkçe’siyle “Gelir hocam, telaşlanma… O şimdi uyuyordur. Uyanır gelir. Bekle hele!” diyordu.  Nihayet şoför uyandı, yola koyulduk. Köy halkı (yani; köyün erkekleri) köyün meydanında bizi bekliyordu. Biz minibüsün kapısını daha açarken askerler araçlardan indiler. Komutanlarının emrilerini duyuyordum. Sen şu tepeye, sen şu evin ardına, sen oraya, sen buraya…Bir koşturmacadır gidiyordu. Namlular arasında hediyeler götürüyorduk. El sıktık. En önde muhtar, arkada dizi dizi köyün yaşlı erkekleri, bıçkın delikanlıları… Utanmış, yerin dibine girmiştim. Köylüler aldırmamış görünüyorlardı. Bir ara komutana “aman komutanım…” diyecek oldum… Cevap saygılı ve kesindi: “Hocam bu bizim işimiz, lütfen…”

Bizi götüren minibüsün kapısını açar açmaz tezek, lağım, insan teri ve bulaşık sularından oluşan tarif edilemez karışım doldurdu ciğerlerimi. Önceleri midem bulanmış, ama sonra alışmıştım. Köylülerin kaygan ve nasırlı elleri ellerimi sardıkça, suratları kir ve yaraların içinde  kaybolmuş yavruları öptükçe sadece kır çiçeklerinin kokusunu duyar olmuştum.

Güzellikler sadece çocuklarla…

Süttaşı'ndan güzellikler

İşte çocuklar! Bizim çocuklarımız! Dört saattir okulun önündeki toz yığınında sıraya dizilmiş bizi bekliyorlardı… Bir tanesinin dahi ayağında bizim burada vitrinlerde gördüğümüz ayakkabılardan yoktu. Çorapsız ayaklarına siyah, arkaları yırtık lastikler takmışlardı. Eskiden mavi olduğunu tahmin ettiğim önlükler toprak rengine dönüşmüştü. Kimbilir o körpe vücutlara en son su değeli kaç hafta olmuştu…Yoksulluk… Bu kelimenin anlamını hiç bilmiyormuşum meğer. Öğrendim mi? Emin değilim… Sıcaktan telef olmuşlardı. Başlarına elimi koydum. Yanıyordu.. Topladıkları demet demet kır çiçeklerini ellerimize tutuşturdular sessizce. Söze ne gerek. Bakışlarındaki parıltı ve mutluluk her şeyi anlatıyordu. Annelerine babalarına benzemeyen birileri

onlara birşeyler getirmişlerdi. Ne getirdikleri hiç mi hiç önemli değildi. Onlar bir göz evlerindeki 8-10 çocuktan biri idi. Erkekler ırgatlık yapmak, kızlar ırgat doğurmak için doğmuşlardı. Hani geçende birisi çok hastalanmıştı da babası onu hasta olan ineği ile ‘şehere’ götürmüştü. Önce baytara, ardında da doktora gitmişlerdi. İneğin ilacını alıpta para bitince onun ilacını alamamıştı babası. 

Kitapları ve hediyeleri dağıttık…. Vedalaşmak istedik… Bırakmadılar. Muhtar emminin evinin önündeki bahçede bize bir ziyafet hazırlamışlardı. Ayran, karpuz, domates, biber, kavurma, pilav daha neler neler. Ben yoksulluk nedir bilmiyormuşum meğer. Anladığıma da emin değilim. Sofrada bir tek köy kadını yoktu. “Kim pişirdi bu yemekleri” dedim. “Kadınlar” dediler. Ayağa kalktım. “Ben bu kadınlar gelmeden bu sofraya oturmam” dedim. Şaşırdılar. Kızgınlıklarını saygıları ile örttüler. Aralarında Kürtçe birşeyler konuştular. Biri gitti köyün en yaşlı ninelerinden birini getirdi. Ninenin ağzında kalan birkaç kahverengi dişi dudaklarından dışarı fırlamış, beni öperken yanaklarıma geçmişti. Nine bize sarıldı… Yanımıza oturdu. Kürtçe bilen biri aracılığı ile sohbet ediyorduk.

-Kaç çocuğun var nine?

-Dört.

-O kadar az mı?

Tercüman yanıt verdi:

-Kızlarını saymaz…

Ninenin yüzüne bakamıyordum. Yüzündeki çizgilerin içine doluşan siyah ve macunlaşmış kurum onu tarif edilemez bir varlık gibi gösteriyordu. Gırtlağımda lokmalar düğümleniyordu. Ben ihtiyarlığın ne olduğunu bilmiyormuşum meğer…

Kadınlar arka taraflardaki yüksekçe evlerden birinin damı üzerinde toplanmış uzaktan bizi seyrediyorlardı. Seslerini duyamıyorduk ama bizi işaret edip birbirlerine birşeyler söylediklerini görebiliyorduk. El salladık. Karşılık verdiler. Köy kadınlarını görmekte ısrarlıydık. Ağaç dallarından yapılmış bir  merdivenden çıkıp kadınların bulundukları dama vardık. Sıra sıra dizilmiş, bizi seyrediyorlardı. Birçoğu şişkin karınlarının üzerine bebeklerini yaslamışlardı. Bazılarının ayaklarının dibinde birkaç çocuk daha vardı. Bizi büyük bir coşku ile karşılayıp, sarılıp öptüler. Genç köy korucusu bize tercümanlık ediyordu. Onlar için birer fanila ve yemeni getirmiştik. Nebahat Hanım onları rengarenk paketlere sarmış birer de süslü selofan takmıştı. Hediyelerini verdik. Paketleri açmadılar. Orada bulunduğumuz süre içinde ellerinde tuttular ve hep seyrettiler. Çoğu çocuk denecek yaştaydı. Hamileliğinin son günlerinde olduğu çok belirgin olan birisinin yanına yaklaşıp sordum :

– Kaç yaşındasın sen? Bir yandan eteğinin dibinde, yeni çıkmış dişleri ile ekmek kabuğu kemiren çocuğunun başını okşarken,

–   19,  dedi.

–   Çok genç degil misin?

Acı bir tebessümle gülümsedi,

–   Benim okula giden çocuğum var…

Ertesi gün Bitlis’teydik, sonra da Ahlat’ta. Koca Selçuk İmparatorluğu 1000 yıla meydan okuyordu. Mezarlar tüm heybetiyle dipdiri ayaktaydı. Medreseler, minareler, kümbetler kültür ve medeniyet saçıyordu. Anadolu’nun en zengin Türk mirası; çöpler, lağımlar ve sokaklarda gezinen mandalar arasında bugünün sefaletine meydan okuyordu. Ben tarih bilmiyormuşum meğer…

Ve Tatvan… Van Gölü, bir tarafta ulu Süphan, diğer tarafta Nemrut… Daha güzeli olabilir mi, diye düşünüyorum. Aklıma gelmiyor. Göl kenarındaki evler, gölün önüne yığılan dev kayalarla evlerin arasında kalan boşluğa akıtılan lağıma bakıyorlar. Daha kötüsü olabilir mi, diye düşünüyorum. Aklıma gelmiyor. İlk gelişimizde Van üzerinden dönmüştük. Uçağımızın kalkmasına birkaç saat vardı. Van’ı  gezelim, dedik. Bir taksi tuttuk. Şöföre, ‘buranın nesi meşhurdur’ dedik. Bizi kaleye götürdü, müzeye götürdü, Karakovan balcısına götürdü. Bizi üç saat gezdirdi. Lokantaya davet etti. Gizlice hesabı gördü. Alana dönünce taksi ücretini vermeye kalktık. Almadı. Zorlukla eline tutuşturduk.

Artık dönüş vakti gelmişti. Bir minibüse doluşup Muş’a doğru yol aldık. Büyük Muş ovası ne kadar da görkemli ve çıplak.

-Burada ağaç büyümez mi dedik. Şöför yanıtladı.

-Buraları hep ormandı. Devlet hep kesti.

-Neden, dedik.

-Teröristler  ağaçların ardında pusu kuruyorlardı da ondan, dedi.

Nihayet THY’ nin otobüsü ile hava alanına doğru yola koyulduk. Otobüs muavini paraları toplayıp arkamdaki koltuğa oturdu, sigarasını yaktı. Görevimi yapmalıydım.

-Otobüste sigara içilir mi,

diye nazikçe uyardım. Beni anlamadı. İzin istiyorum sandı .

-İçilir içilir. Yak bir tane, dedi, paketini uzattı.

-Olmaz, dedim. Bak orada ne yazıyor?

-Boşver sen onu, o Alamanca ben onu anlamam, dedi.

-Bak, dedim. Bu otobüste kanun senden sorulur. Sen herkese örnek olacaksın ki insanlar sana bakıp sigara içilmemesi gerektiğini öğrensinler.

Ben bunları söylerken o sigarasını arkasında saklıyordu. Dumanı hafıf hafıf tütüyordu, ama ben görmezden geliyordum.  Sonra duman kesildi. Elini arkasından çıkardı, bana doğru uzattı. Baş parmağı ile sigarasını söndürmüştü. Parmağının ucu yanmış, kapkara olmuştu.

-Ne yaptın, diye bağırdım.

-Sen istedin, söndürdüm, dedi.  Eli ile sigarayı ufalayıp yere attı. Tütünler etrafa saçıldı.

-Acıyor mu dedim.

-Geçer , dedi.

Köylerdeki öğrencilerin hepsinden size selam getirdik…

bitlis 2

Yanımda eşim Hüseyin oturuyordu. Ara ara kafasını sallıyor ve mırıldanıyordu. O ise bana birşeyler anlatıp duruyordu. 5 milyon verip bir orta okul diploması almış. Şimdi de lise diploması alacakmış. Sonra da açık öğretim… Aslında diplomayı para vermeden de alırmış ama, veren adam çok fakirmiş de ona acımış. Ne kadar iyi kalpli olduğunu hissettirip, gözüme girmeye çalışıyordu. Bense ona kem küm edip, yaptıklarının pek de doğru olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Beni ikna etmeye uğraşıyordu. “Bu benim yaptığım da birşey mi, tek kelime Türkçe bilmeden lise diploması alanlar var. Ben hiç olmazsa çalıştım, Türkçe öğrendim” diyordu. Ondan ayrılmak zor oldu. Son kez elimi sıkarken gözleri buğulanmıştı. Benimkiler de…“Peyniri uzatır mısın anne?”. Bu oğlumun sesi idi. İrkildim. Kaşarı mı, beyazı mı yavrum? Vay be, iki çeşit peynir…. Yolun iki kenarına dizilmiş somun kemiren yavrular beni  izliyordu… Hamile köy kadınlarını paten yaparken hayal ettim bir an, köy korucusunu ise iskambil oynarken…  Kulağına bir de walkman taksam mı acaba? Bizim komşunun ipinin ucuna bir manda bağlasakda, dağlara salıversek… Halit servis derslerini ayarladı mı acaba? Bugün ne kadar da çok toplantım var. Geç kaldım. Acele etmeliyim. Allaha ısmarladık anne… Allaha ısmarladık güzel çocuklar…  Allahaısmarladık Bitlis…

 

Fatoş Yarman Vural