Kavuşma Senfonisi
Mersin’in sahillerinde yürüyorduk. Akşamın sessizliği bize de bulaşmıştı… Güneş çirkinlik abidesi apartmanların arkasına doğru yavaş yavaş süzülüyordu…
Taa uzaklardan ince ve tuhaf sesler duymaya başladık. Doğanın “taş kesildiği” bu eşsiz Akdeniz sahilinde, dev apartmanlar arasından koro halinde kuzu melemeleri geliyordu. Yürüdükçe melemelere tezek kokuları karıştı. “Demek ki ses kokudan daha hızlı yayılıyor” diye düşündüm içimden. En hızlı ışık, sonra ses, sonra da tezek…
Yaklaştıkça sahilde yapılan kaçak bir inşaatın yıkıntıları içinde hayata gözlerini yeni açmış yüzlerce kuzucuk gördük. Doğu Anadolu’dan sürülerini getiren bir hayvan taciri bu metruk binayı görünce yaratıcı Türk zekası ile ideal bir ahır olabileceğini hemen görmüş, su basmanına kadar yıkılan binanın çevresini çalı çırpı ile kapatarak mükemmel bir ahır haline dönüştürmüştü. Kuzucuklar çalı çırpı arasından minik kafalarını dışarı çıkarmaya çalışıyorlar, yıkıntı binadan aşağıya atlayamamanın çaresizliği içinde içli içli meliyorlardı. “Belediye onca kaçak inşaat içinde yıkmak için bu küçük yapıyı neden seçti acaba” diye meraklandım. Ama kuzular daha ilginç olduğu için pek üstelemedim… Bu sesler alışılmış melemelere hiç benzemiyordu…Kuzucuklar koro halinde ağlıyorlardı. O kadar insan yavrusuna benziyorlardı ki… Kimi uzun uzun `meeeeeeeeee` diye bağırıyor, kimi ard arda “me me me” diye hıçkırıyordu… Yeni doğanlar daha içli ve ince bir sesle arkadaşlarından geri kalmamak için büyük bir çaba sarfediyorlardı. Ama hepsi de kendi çaplarında avaz avaz meliyorlardı. Çok şirindiler. Simsiyah kıvır kıvır tüyleri ile her biri bir sanat şaheseri sergiliyor, etraflarını çevreleyen çirkin ve dev apartmanlara, minicik cüsseleri ile adeta meydan okuyorlardı. Yıkıntının kenarında bir koyun, yanında henüz doğurduğu yavrusunu emziriyordu.
….
O anda 22 yıl önce Derviş’imi kucağıma aldığım ilk güne götürdü beni anılarım. Minik kuzumu karnımdan çıkaralı gibi birkaç saat olmuştu. Sütten patlamak üzereydim… Bana “inek” diyen arkadaşlarımı sonunda yalancı çıkarmamıştım… Kuzumu kollarıma verdiklerinde üç kiloluk bu et parçasına dehşet içinde bakmış ve “demek karnımda barındırdığım tuhaf yaratık buymuş” demiştim içimden. Az sonra hemşire yanıma geldi. Haydi emzirin onu dedi. “Nasıl yani?” dedim “bu yaratık bu işi nasıl yapacak, kafasını bile dik tutamıyor”. “Bir deneyin” dedi hemşire. Peki, ne yapmam gerekiyor” diye sordum. “Hiç” dedi sadece ağzını yaklaştırın gerisini o halleder. Denedim, ama bizimki oralı bile değil… Dilini istemsiz hareketlerle oraya buraya değdiriyor. Öyle aciz ki…. Ne olduysa bir anda kaptı ve var gücü ile emmeye başladı. Vay beee… Bu kadar minik bir yaratık için ne büyük bir güç ve kararlılık…
İşte aynı kararlılık ile bu yeni doğmuş minicik kuzu da annesini emiyordu. Bir anda bu anne ve yavruyu tabakta şiş kebap olarak düşündüm. Yanında patates kızartması, biraz da pilav… Midem bulandı… Hemen tabağı boşaltıp pilavın yanına kuru fasulye ekledim. Hafif bir tepenin üstünde keyifle onları izliyor ve nasıl olup ta kozmik çorbanın içinden çıktıklarını düşünüyordum.
….
Az sonra sürünün mavi gözlü, altın dişli çobanı yanımıza geldi. Sohbet etmeye başladık:
-Diğerlerinin anneleri nerede, diye sorduk.
-Otlamaya gittiler, birazdan gelirler, dedi.
-Peki annelerini nasıl bulacaklar?
-Siz bebekken annenizi kaybetseniz bulamaz mıydınız?
-Herhalde bulamazdık, dedik.
Çoban çok şaşırdı. “Bana”, dedi, “herhangi bir tanesinin deri parçasını getirin, ben onun annesini size göstereyim”… Çobanlığını anlattıkça o basit ve pejmürde görünüşünün altında yatan dev kişiliğini serdi gözlerimizin önüne. Oysa, dışarıdan bakınca ne kadar da sıradan biri gibi görünüyordu…
Bir yandan çobanla sohbet ediyor, bir yandan da hayran hayran minik kuzuları seyrediyorduk. O kadar şirinlerdi ki… Az sonra, çok uzaklardan apartmanların arasından bir toz bulutu yükselmeye başladı. Çoban birden yerinden fırladı. “Anneleri geliyor” dedi. Çadırın etrafında dolaşan diğer koyunları elindeki uzun değnekle dürterek tahtalarla çevrelenmiş ağıla tıkıştırmaya başladı. Bakışlarımızı toz bulutuna kilitledik. Hafif bir tümseğin üstündeydik. Çitlerin arasından meleyen kuzucukların kafalarını görüyorduk. Koyun sürüsü ise süt dolu koca memelerini sallaya sallaya bize doğru ağır ağır yaklaşıyorlardı. Arada yaklaşık 500-600 metre mesafe vardı ki, minik kuzular kulaklarını diktiler. Bir anda melemeler, şiddetle arttı. Şimdi buruk bir senfoninin finali çalıyordu. Annelerinin kokusunu almışlardı. Çoban harabenin önünde kapı işlevini gören çiti kaldırır kaldırmaz hepberaber koyun sürüsüne doğru koşmaya başladılar.
…..
Yıllar önce, Amerika’da, Stevens’taki ilk hocalığımı düşündüm. Yeni lohusaydım. Üç saatlik dersin sonunda artık daha fazla yer bulamayan sütler tüm çamaşır katmanlarını aşarak kazağımın üzerine taşardı. Muzip öğrencilerim yarı şaka yarı ciddi “Hocam, üzerinize sıcak çikolata dökülmüş” derlerdi. Ders çıkışı 1 No’lu otoyolda süt tankerleri gibi yavruma kavuşmak için altımdaki arabanın gaz pedalini kökleyişimi, bir seferinde de hızımı kesemeyip kendimi bir TIR kamyonunun altında bulduğumu hatırladım. Arabayı hurdaya ayırmak durumunda kalmıştım. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte… Kapıdan girer girmez onun nasıl haykırdığını ve minicik bedeni ile nasıl kendini bana doğru bana attığını, onu kucağıma alışımı ve bana yapışışını hatırladım. Emerken bu işi ne kadar da ciddiye alır gözümde devleşirdi.
Bu minik kuzucuklar da aynı kararlılık ve heyecanla annelerine paytak paytak koşuyorlardı. Muhteşem bir manzaraydı… Etraf toz duman içindeydi… Minicik, çelimsiz bacakları ile koca koca adımlar atıyorlar ve birbirlerine çarpıyorlardı… Hızlarını alamayanlar, patır kütür düşüyor, sonra hemen toparlanıp hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlardı. En minikleri sürünün en arkasında yılmadan usanmadan büyüklerine yetişmeye çalışıyordu. Çoban güçlü ve kararlı hareketlerle işini görüyor, kuzucukları kontrol etmeye çalışıyordu. Sakin sakin ilerleyen anneler de şiddetle melemeye ardından da koşmaya başladılar. Onların koşusu çok daha hızlı ve görkemliydi… Melemeleri kalın ve güçlüydü…Bir anda ince ve kalın her türden “me” sesi birbirine karıştı… Altolar, sopranolar yüzlerce çeşit ton ve frekansta birbirinin içine girdi… Bu dolu dizgin yarışta topraktan yükselen sesler dünyanın en güzel ritmlerini çıkarıyordu. Toz toprak içinde olağanüstü bir kavuşma senfonisi çalıyordu…
Ve bu muhteşem yarış sonunda bitti…
Kuzucuklar annelerine kavuştular.
Hepsi yüzlerce koyun arasında gidip kendi annesini buldu
ve memesine yapıştı.
Melemeler bir anda kesildi.
Telaş yerini büyük bir huzur ve sükunete bıraktı…
Ağlıyordum…
Kucağım boştu…
Fatoş Yarman Vural
www.ilkyar.org.tr ilkyar@ilkyar.org.tr
İLKYAR izlenimlerindeki resimler izinsiz kullanılamaz